Sessiz bakışların içerdiği düşünceler diyarını keşfedebilmek zordur çoğu zaman. Aynı noktaları izlesekte içimizdeki duyguların söylediği şarkılar başkadır.

Bende sessizliğimden sıyrılarak, kalbimi dolduran hislerimi paylaşmak istedim, sizleri düşündürmeden, yormadan...

29 Ekim 2012 Pazartesi

Yabancı




İnsanlar vardır duygularıyla hareket ederler. İşlerinde, özel yaşamlarında sadece duyguları vardır ve bilinçli veya bilinçsiz olarak mantıklı davranmayı reddederler.

İnsanlar vardır duygularıyla değil mantıklarıyla hareket ederler. Tüm kararlarında sadece doğrular ve yanlışlar vardır. Duygulara yer yoktur. 


Kimsenin hayatını yargılamayız ya da önümüze gelenin yaşamını genelden özele didik didik ederiz.


Kimimiz sosyalleşmeyi, insanlara karışmayı severken, onlarla içli dışlı olurken, kimimiz kenara çekilir, yabancı oluruz diğerlerine.


Romanın kahramını Mersault'da kendi kabuğunda, herkese yabancı olarak yaşamını sürdüren bir karakter. Farklı olma çabası içinde bulunmadan herkesten farklı olanlardan. Fakat hayata ve insanlara yabancı olmak o kadar kolay mı? İnsanlar bir şekilde kahramanımızın hayatına girerler. hiç beklemediği bir anda, hiç beklemediği bir noktada buluverir kendini. 'Yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (...)' diyor Mersault. Hayat hayattır, tercihler sadece tercih, yaşananlar gerçek olandır. gerisi boştur.

Yalın bir dilde yazılmış olan kitap, bir o kadar da karmaşık. Gerçekten anlayabilmek için ciddi anlamda cümlelerin üstüne basa basa okumak gerekiyor.

İnsanları kendimize benzetmek için gösterdiğimiz iğrenç çabaları yüzüme çarparak canımı acıtan harika ötesi bir roman.


İyi okumalar.



Yazar: Albert CAMUS

Çevirmen: Vedat GÜNYOL
Sayfa Sayısı: 111
Yayınevi: Can Yayınları

ARKA KAPAK: 1942'de yayımlanan Yabancı, romancı, tiyatro yazarı ve düşünür olarak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yalnız Fransa'da değil tüm dünyada kuşağının sözcüsü ve yol göstericisi yazar Albert Camus'nün ilk ve en çok ses getiren yapıtıdır.

Romanda, bir Arap'ı öldüren ama bu suçtan çok, gerçek duygularını dile getirdiği ve toplumun istediği kalıba girmeyi reddettiği için dışlanan bir 'yabancı' aracılığıyla, XX. Yüzyıl insanının içine düştüğü yabancılaşma anlatılır. Bir türlü ele geçirilemeyen 'anlam'ın sürekli aranışını, bilincin toplumdan ve dış dünyadan kopuşunu, topluma yabancı duran kahramanın çevresiyle ve toplumla arasındaki çatışmayı anlatan roman, büyüleyici gücünü arka plandaki derin ve suskun acıdan alır. Camus, genç kahramanı Mersault'nun dış dünya ile arasına koyduğu mesafeyi, kendine ve topluma yabancılaşmasını, annesinin ölümü dahil her şeye nesnel bir  biçimde yaklaşmasını büyük bir ustalıkla dile getirir.

15 Ekim 2012 Pazartesi

Aldanan Kadın


Arayışımız hayatımız boyunca sürüp gider. Kimi zaman iştir, kimi zaman okul, kimi zaman aşk. Kitabın ana karakteri Rossalie’de kırklı yaşlara erişmiş, iki çocuk annesi, hepimiz gibi arayışını sürdüren bir kadın. Ve aradığını sandığı aşkı oğlunun Amerikalı öğretmeninde bulduğunu sanıyor. Aslında beklediği ise ölüm ve çok sevdiği doğaya karışma arzusu. Tabi bunu aslında kendisi de bilmiyor.

Çoğumuz kitapları alırken arka kapak yazılarına bakarız. Fakat ‘Aldanan Kadın’ tanıtımından çok daha fazlasını sunuyor okurlara. Karakterlerin duygu dünyalarını somut birer nesne gibi önümüze başarıyla koyan yazar, neredeyse tüm sayfalarda yer verdiği betimlemeleri, başarılı üslubuyla sıkılmadan okumamızı sağlıyor. Adeta ellerimizin arasında bir tiyatro oyununu sahneye koyuyor. Gençlik ve yaşlılık yıllarında hissedilen duygular, anne ve kız arasında yer değiştirilerek önümüze seriliyor. Anne kız ilişkileri, aşk, toplumsal baskı gibi konular yazar tarafından ustalıkla irdeleniyor. Kitabın sonunda ise yazar olay akışı içerisinde bizi kandırmayı başarıyor.

Bu arada başarılı çevirisi için Esen Tezel'e teşekkür etmeyi unutmamalı.

Gerçekten keyifle okuyup, bir günde bitirdiğim harika bir kitap. Keyifli okumalar.

Yazar: Thomas MANN
Çevrimen: Esen TEZEL
Sayfa Sayısı: 96
Yayınevi: Can Yayınları 

ARKA KAPAK: Rosalie eşini kaybetmiş, kırık bir aşktan geri kalan boşluğu resim yaparak gidermeye çalışan kızı ve lise öğrencisi oğluyla birlikte sakin bir yaşam sürmektedir. Oğluna İngilizce dersi vermek için eve gelen genç Amerikalı, onu çok etkiler. Önce kendine bile itiraf etmekten çekindiği duyguları, konuşmaları ve hareketlerine farkına varmaksızın yansıyınca, doğanın kendisine bahşettiğine inandığı bu aşkın peşinden gitmeye kararlıdır.

Aldanan Kadın, yazarın ölmeden önce tamamladığı son öyküsüdür. Thomas Mann, erken dönem çalışmalarından Venedik'te Ölüm'ün ana motiflerini, bu defa yaşlanmakta olan bir kadının duygu dünyasına yerleştiriyor. Eserlerinde yaşam ile ölümün karmaşık diyalektiğiyle hesaplaşan Mann, ölmeden önce tamamladığı bu son öyküsüyle adeta kendi yazınsal döngüsünü de tamamlıyor. Kitap, dönemin kadına bakışını yansıtması açısından da çok ilgi çekici diyaloglar içeriyor.



Okuma Yolculuğu...


Ortaokuldaydım ve o yaşlarda ki her çocuk gibi aklım sadece oyunlardaydı. Okuldan çıkar çıkmaz eve gider, üstümüzü değiştirir kendimizi bisikletlerimizle sokağa atardık. Sokak sokak, cadde cadde gezer, eğlenirdik.

Bir gün yine oyun dönüşü eve döndüm. Bahçe kapımızdan içeriye girdiğimde karşımda komşumuz, emekli edebiyat öğretmeni, Ahmet Amca’yı buldum. ‘Eyvah yandık.’ diye içimden geçirerek, ona doğru yürümeye başladım. Hiçbir arkadaşım sevmezdi onu. Karşılaşmamak için sitede köşe kapmaca oynarlardı. Kaçmalarının nedeni de her zaman Türkçe dersinden, kitaplardan bahsedip, sorular sormasıydı. Ben de onlar gibiydim. Şuan düşünüyorum da ne kadar kaçsam da ondan, hep beni görsün ve bulsun istedim. Fakat sadece içimden. Neden içimden derseniz, bilirsiniz işte diğer çocuklardan farklı davranmak istemezsiniz. Aksi durumda ‘dışlanmak’ eylemiyle karşı karşıya kalırsınız ki bu eylem bir çocuk için yıkıcıdır. Sokağa çıkamamak, oyunlara ortak olamamak demektir. Neyse. ‘Nereden böyle?’dedi. ‘Oyun oynadım parkta, dönüyorum.’ dedim. Şuan hatırlayamadığım bir cümle söyleyip, öznesini, nesnesini vb bulmamı istedi. Buldum. En sonunda da ‘Reşat Nuri Güntekin’in Yaprak Dökümü’nü okudun mu?’ diye sordu. ‘Hayır.’ dedim. ‘Okumalısın, mutlaka okumalısın.’ dedi ve ayrıldık. Oflayarak eve çıktım. Bir süre sonra tekrar karşılaştığımızda yine aynı kitabı okuyup okumadığımı sordu o sert tavrıyla. Tekrar inatla ‘Hayır, okumadım.’ cevabını verdim. Böyle ne kadar sürdü bilemiyorum, en sonunda dayanamayıp babamı aradım bir gün, karşılaşmamızın hemen ardından. Bana Reşat Nuri Güntekin’in Yaprak Dökümü adlı romanını almasını istedim.


Akşam babam eve döndüğünde kitap elindeydi. Kitap istemiş olmamın verdiği mutlulukla ‘Al bakalım, istediğin kitap’ diyerek uzattı. Aldım, odama geçtim ve okumaya başladım. Kısa sürede aslında sıkılmadan fakat çevreme sıkılıyormuşum izlenimi vererek, neden böyle yaptığımı bilmiyorum, kısa sürede okudum. Lanet olsun, okuduğumu söyleyeyim de kurtulayım diyerek dolandım ortalıkta. Kitap biter bitmezde Ahmet Amca’yla karşılaşabilmenin yollarını aradım. Ve nihayet karşılaştık. Bana yine aynı soruyu sordu. Farklı olan cevabımdı. ‘Evet okudum.’ dedim bu kez. Çekti beni kamelyamıza, ‘Anlat bakalım.’ dedi, ‘Ne anladın?’. Şok olmuştum, ben o kitabı okuduktan sonra tüm soruların biteceğini sanmıştım. Kararlıydım tüketecektim sorularını. Başladım anlatmaya, soru soruyu kovaladı, karakterleri yorumladık vs vs. Ne kadar oturduk bilemiyorum. Tam ayrılacağımız zaman, ben kurtulduğumu sanmanın mutluluğuyla yanından ayrılacakken, ‘Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ‘Yaban’ını’ okudun mu?’ dedi. Tekrar başa dönmüştük. ‘Hayır, okumadım.’ dedim yine başım önde. ‘Okumalısın.’ diyerek, arkasını döndü ve gitti. Sonrası yine aynı şekilde devam etti. Zorlayarak fakat aslında zorlamayarak kaç kitap okuttu bana bilmiyorum, hatırlamıyorum. Bir gün baktım dershanede elimdeki tost paralarımı biriktiriyorum. Herkes teneffüste kantine koşarken, ben civardaki kitapçıları geziyorum. Ve birde baktım kendime ait bir kitaplığım çoktan büyümeye başlamış. Ve bugün bile her konuda maddi kısıntılara gidebilirken, kitaplardan vazgeçemiyorum.

İşte böyle başladı benim okuma yolculuğum. Pes edilmeden bana sorulan sorularla. Ahmet Amca benim karşıma çok erken yaşta çıkmış olan şansımdı. Okumayı yemek yemekten bile daha önemli, yaşamsal ihtiyacım, gereksinimim haline getirmemi sağlayan taşların ilkini koymuş, kısacası temeli hazırlamış olan emekli edebiyat öğretmeni Ahmet Gülhan. Aslında yaptığı sadece okutmak değildi, bana yaşamayı sevdirdi, bambaşka hayatları tanımanın bir yolunu gösterdi, bugünkü karakterimin zeminini oluşturdu. Kitap okumanın boş zamanları değerlendirme aracı değil, ruhumun besin kaynağı olduğunu gösterdi. Şuan bile farkında olarak veya olmayarak her yeni kitap alışımda ve bitiridiğim her kitapta keşke onunla karşılaşsam ve kitap hakkında konuşsak diye içimden geçiririm.

Bilemiyorum çevrenizde okumayı alışkanlık haline getirememiş insanlar var mı? Biraz düşünün derim. Nasıl bir yol denersiniz bilemiyorum fakat emin olduğum tek şey var; Sizde onun/onların eline her kitap alışında gülümseyerek, saygı ve minnetle andığı Ahmet Amca’sı olabilirsiniz.

11 Ekim 2012 Perşembe

Teşekkürler Baba


Çocuklar ne sever diye sorsak ailelerine sanırım ilk alacağımız cevaplardan biri reklamlar olur. Ben çocukluğumda reklamları izler miydim, sever miydim bilemiyorum ama şu yaşımda hala reklam müptelasıyım. Hatta o kadar çok izliyorum ki kaçırdığım dizilerin tekrarlarını bile izlerken reklamları geçmem ve eşim bu huyuma çok güler.

Son günlerde takıldığım bir reklam var. Çok üzülerek izlediğim bir reklam. Hani sonu ‘teşekkürler baba’ diyerek biten. Sanki lüks evleri, arabaları alamayan babalar teşekkürü hak etmeyen babalarmış izlemini veren şu reklam. İzledikçe gözlerim doluyor inanın.

Yazımın başında belirttiğim gibi ailelere sorsak çok büyük bir çoğunluğu çocuklarının reklamları ne kadar çok sevdiklerini söyler. Bu gerçeği çocukları olmayanlarda bilirler. Reklamların biz büyükler üzerinde bile etkileri çok çok büyükken, çocuklar üzerindeki etkilerini saymaya gerek yok sanıyorum. Peki ama gerçekler bu kadar açık ve net iken reklamı yapanlar nasıl oluyor da bu etkileri gözden kaçırabiliyorlar? Yaptıkları görüntülerin o eve belki de hiçbir zaman sahip olamayacak çocuklar ile babaları arasındaki iletişimi, etkileşimi ne yönde etkileyeceklerini nasıl göremiyorlar? Kapitalizm denen şey gerçekte bu mu yoksa. Kör olmuş büyükler… 

Eşim ve ben çocuğumuz olmamasına rağmen ve bir çocuğa sağlanabilecek maddi imkanlardan ziyade manevi değerlerin daha önemli olduğunu bilen biz bile acaba çocuğumuza bu olanakları sağlayamazsak bize teşekkür etmez mi diye düşünmeden ve korkmadan edemedik. Bu reklamı yapanlar, bu olanakları çocuklarına sağlayabiliyorlar mı da bu derece önemsemez olabiliyorlar? Ya da eğer sağlayamıyorlarsa çocuklarının yaptıkları çalışmayı izledikleri zaman kendilerine ‘teşekkürler baba’ demekte tereddüt edeceklerini akıllarına getirmiyorlar mı hiç?

Aman canım çocuk değil mi izler unutur demeyin. Hepimiz biliyoruz ki çocukluğumuzda yaşadıklarımız karakterimizi ve ileri ki yaşlarda yaşayacaklarımızı şekillendiren şeyler. En küçük ayrıntıdan, en büyük olaylara kadar. Bu yüzden artık çocuklarımızın gelişimi için diziler ve filmlerdeki seçici tavırlarımızı reklamlarda da ciddiyetle yerine getirmeliyiz. Yoksa bugün lüks bir eve sahip olmadığı için, yarın bir yatı olmadığı için ‘teşekkürler baba’ sözünü duyamayabiliriz evlatlarımızdan. Para artık her yerde. Aile içi ilişkilerde bile.


Bu arada yaptıklarının yanında çok küçük bir teşekkür. Lüks bir evde oturamamış olasakta, her zaman sofraya huzur ve mutlulukla oturmamızı sağlayan,her zaman bizim iyi yetişmemiz için çabalayan, kendinden önce hep ailesini düşünmüş canım babama ve onun gibi olan tüm babalara. TEŞEKKÜRLER BABA....