Sessiz bakışların içerdiği düşünceler diyarını keşfedebilmek zordur çoğu zaman. Aynı noktaları izlesekte içimizdeki duyguların söylediği şarkılar başkadır.

Bende sessizliğimden sıyrılarak, kalbimi dolduran hislerimi paylaşmak istedim, sizleri düşündürmeden, yormadan...

29 Ekim 2012 Pazartesi

Yabancı




İnsanlar vardır duygularıyla hareket ederler. İşlerinde, özel yaşamlarında sadece duyguları vardır ve bilinçli veya bilinçsiz olarak mantıklı davranmayı reddederler.

İnsanlar vardır duygularıyla değil mantıklarıyla hareket ederler. Tüm kararlarında sadece doğrular ve yanlışlar vardır. Duygulara yer yoktur. 


Kimsenin hayatını yargılamayız ya da önümüze gelenin yaşamını genelden özele didik didik ederiz.


Kimimiz sosyalleşmeyi, insanlara karışmayı severken, onlarla içli dışlı olurken, kimimiz kenara çekilir, yabancı oluruz diğerlerine.


Romanın kahramını Mersault'da kendi kabuğunda, herkese yabancı olarak yaşamını sürdüren bir karakter. Farklı olma çabası içinde bulunmadan herkesten farklı olanlardan. Fakat hayata ve insanlara yabancı olmak o kadar kolay mı? İnsanlar bir şekilde kahramanımızın hayatına girerler. hiç beklemediği bir anda, hiç beklemediği bir noktada buluverir kendini. 'Yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (...)' diyor Mersault. Hayat hayattır, tercihler sadece tercih, yaşananlar gerçek olandır. gerisi boştur.

Yalın bir dilde yazılmış olan kitap, bir o kadar da karmaşık. Gerçekten anlayabilmek için ciddi anlamda cümlelerin üstüne basa basa okumak gerekiyor.

İnsanları kendimize benzetmek için gösterdiğimiz iğrenç çabaları yüzüme çarparak canımı acıtan harika ötesi bir roman.


İyi okumalar.



Yazar: Albert CAMUS

Çevirmen: Vedat GÜNYOL
Sayfa Sayısı: 111
Yayınevi: Can Yayınları

ARKA KAPAK: 1942'de yayımlanan Yabancı, romancı, tiyatro yazarı ve düşünür olarak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yalnız Fransa'da değil tüm dünyada kuşağının sözcüsü ve yol göstericisi yazar Albert Camus'nün ilk ve en çok ses getiren yapıtıdır.

Romanda, bir Arap'ı öldüren ama bu suçtan çok, gerçek duygularını dile getirdiği ve toplumun istediği kalıba girmeyi reddettiği için dışlanan bir 'yabancı' aracılığıyla, XX. Yüzyıl insanının içine düştüğü yabancılaşma anlatılır. Bir türlü ele geçirilemeyen 'anlam'ın sürekli aranışını, bilincin toplumdan ve dış dünyadan kopuşunu, topluma yabancı duran kahramanın çevresiyle ve toplumla arasındaki çatışmayı anlatan roman, büyüleyici gücünü arka plandaki derin ve suskun acıdan alır. Camus, genç kahramanı Mersault'nun dış dünya ile arasına koyduğu mesafeyi, kendine ve topluma yabancılaşmasını, annesinin ölümü dahil her şeye nesnel bir  biçimde yaklaşmasını büyük bir ustalıkla dile getirir.

15 Ekim 2012 Pazartesi

Aldanan Kadın


Arayışımız hayatımız boyunca sürüp gider. Kimi zaman iştir, kimi zaman okul, kimi zaman aşk. Kitabın ana karakteri Rossalie’de kırklı yaşlara erişmiş, iki çocuk annesi, hepimiz gibi arayışını sürdüren bir kadın. Ve aradığını sandığı aşkı oğlunun Amerikalı öğretmeninde bulduğunu sanıyor. Aslında beklediği ise ölüm ve çok sevdiği doğaya karışma arzusu. Tabi bunu aslında kendisi de bilmiyor.

Çoğumuz kitapları alırken arka kapak yazılarına bakarız. Fakat ‘Aldanan Kadın’ tanıtımından çok daha fazlasını sunuyor okurlara. Karakterlerin duygu dünyalarını somut birer nesne gibi önümüze başarıyla koyan yazar, neredeyse tüm sayfalarda yer verdiği betimlemeleri, başarılı üslubuyla sıkılmadan okumamızı sağlıyor. Adeta ellerimizin arasında bir tiyatro oyununu sahneye koyuyor. Gençlik ve yaşlılık yıllarında hissedilen duygular, anne ve kız arasında yer değiştirilerek önümüze seriliyor. Anne kız ilişkileri, aşk, toplumsal baskı gibi konular yazar tarafından ustalıkla irdeleniyor. Kitabın sonunda ise yazar olay akışı içerisinde bizi kandırmayı başarıyor.

Bu arada başarılı çevirisi için Esen Tezel'e teşekkür etmeyi unutmamalı.

Gerçekten keyifle okuyup, bir günde bitirdiğim harika bir kitap. Keyifli okumalar.

Yazar: Thomas MANN
Çevrimen: Esen TEZEL
Sayfa Sayısı: 96
Yayınevi: Can Yayınları 

ARKA KAPAK: Rosalie eşini kaybetmiş, kırık bir aşktan geri kalan boşluğu resim yaparak gidermeye çalışan kızı ve lise öğrencisi oğluyla birlikte sakin bir yaşam sürmektedir. Oğluna İngilizce dersi vermek için eve gelen genç Amerikalı, onu çok etkiler. Önce kendine bile itiraf etmekten çekindiği duyguları, konuşmaları ve hareketlerine farkına varmaksızın yansıyınca, doğanın kendisine bahşettiğine inandığı bu aşkın peşinden gitmeye kararlıdır.

Aldanan Kadın, yazarın ölmeden önce tamamladığı son öyküsüdür. Thomas Mann, erken dönem çalışmalarından Venedik'te Ölüm'ün ana motiflerini, bu defa yaşlanmakta olan bir kadının duygu dünyasına yerleştiriyor. Eserlerinde yaşam ile ölümün karmaşık diyalektiğiyle hesaplaşan Mann, ölmeden önce tamamladığı bu son öyküsüyle adeta kendi yazınsal döngüsünü de tamamlıyor. Kitap, dönemin kadına bakışını yansıtması açısından da çok ilgi çekici diyaloglar içeriyor.



Okuma Yolculuğu...


Ortaokuldaydım ve o yaşlarda ki her çocuk gibi aklım sadece oyunlardaydı. Okuldan çıkar çıkmaz eve gider, üstümüzü değiştirir kendimizi bisikletlerimizle sokağa atardık. Sokak sokak, cadde cadde gezer, eğlenirdik.

Bir gün yine oyun dönüşü eve döndüm. Bahçe kapımızdan içeriye girdiğimde karşımda komşumuz, emekli edebiyat öğretmeni, Ahmet Amca’yı buldum. ‘Eyvah yandık.’ diye içimden geçirerek, ona doğru yürümeye başladım. Hiçbir arkadaşım sevmezdi onu. Karşılaşmamak için sitede köşe kapmaca oynarlardı. Kaçmalarının nedeni de her zaman Türkçe dersinden, kitaplardan bahsedip, sorular sormasıydı. Ben de onlar gibiydim. Şuan düşünüyorum da ne kadar kaçsam da ondan, hep beni görsün ve bulsun istedim. Fakat sadece içimden. Neden içimden derseniz, bilirsiniz işte diğer çocuklardan farklı davranmak istemezsiniz. Aksi durumda ‘dışlanmak’ eylemiyle karşı karşıya kalırsınız ki bu eylem bir çocuk için yıkıcıdır. Sokağa çıkamamak, oyunlara ortak olamamak demektir. Neyse. ‘Nereden böyle?’dedi. ‘Oyun oynadım parkta, dönüyorum.’ dedim. Şuan hatırlayamadığım bir cümle söyleyip, öznesini, nesnesini vb bulmamı istedi. Buldum. En sonunda da ‘Reşat Nuri Güntekin’in Yaprak Dökümü’nü okudun mu?’ diye sordu. ‘Hayır.’ dedim. ‘Okumalısın, mutlaka okumalısın.’ dedi ve ayrıldık. Oflayarak eve çıktım. Bir süre sonra tekrar karşılaştığımızda yine aynı kitabı okuyup okumadığımı sordu o sert tavrıyla. Tekrar inatla ‘Hayır, okumadım.’ cevabını verdim. Böyle ne kadar sürdü bilemiyorum, en sonunda dayanamayıp babamı aradım bir gün, karşılaşmamızın hemen ardından. Bana Reşat Nuri Güntekin’in Yaprak Dökümü adlı romanını almasını istedim.


Akşam babam eve döndüğünde kitap elindeydi. Kitap istemiş olmamın verdiği mutlulukla ‘Al bakalım, istediğin kitap’ diyerek uzattı. Aldım, odama geçtim ve okumaya başladım. Kısa sürede aslında sıkılmadan fakat çevreme sıkılıyormuşum izlenimi vererek, neden böyle yaptığımı bilmiyorum, kısa sürede okudum. Lanet olsun, okuduğumu söyleyeyim de kurtulayım diyerek dolandım ortalıkta. Kitap biter bitmezde Ahmet Amca’yla karşılaşabilmenin yollarını aradım. Ve nihayet karşılaştık. Bana yine aynı soruyu sordu. Farklı olan cevabımdı. ‘Evet okudum.’ dedim bu kez. Çekti beni kamelyamıza, ‘Anlat bakalım.’ dedi, ‘Ne anladın?’. Şok olmuştum, ben o kitabı okuduktan sonra tüm soruların biteceğini sanmıştım. Kararlıydım tüketecektim sorularını. Başladım anlatmaya, soru soruyu kovaladı, karakterleri yorumladık vs vs. Ne kadar oturduk bilemiyorum. Tam ayrılacağımız zaman, ben kurtulduğumu sanmanın mutluluğuyla yanından ayrılacakken, ‘Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ‘Yaban’ını’ okudun mu?’ dedi. Tekrar başa dönmüştük. ‘Hayır, okumadım.’ dedim yine başım önde. ‘Okumalısın.’ diyerek, arkasını döndü ve gitti. Sonrası yine aynı şekilde devam etti. Zorlayarak fakat aslında zorlamayarak kaç kitap okuttu bana bilmiyorum, hatırlamıyorum. Bir gün baktım dershanede elimdeki tost paralarımı biriktiriyorum. Herkes teneffüste kantine koşarken, ben civardaki kitapçıları geziyorum. Ve birde baktım kendime ait bir kitaplığım çoktan büyümeye başlamış. Ve bugün bile her konuda maddi kısıntılara gidebilirken, kitaplardan vazgeçemiyorum.

İşte böyle başladı benim okuma yolculuğum. Pes edilmeden bana sorulan sorularla. Ahmet Amca benim karşıma çok erken yaşta çıkmış olan şansımdı. Okumayı yemek yemekten bile daha önemli, yaşamsal ihtiyacım, gereksinimim haline getirmemi sağlayan taşların ilkini koymuş, kısacası temeli hazırlamış olan emekli edebiyat öğretmeni Ahmet Gülhan. Aslında yaptığı sadece okutmak değildi, bana yaşamayı sevdirdi, bambaşka hayatları tanımanın bir yolunu gösterdi, bugünkü karakterimin zeminini oluşturdu. Kitap okumanın boş zamanları değerlendirme aracı değil, ruhumun besin kaynağı olduğunu gösterdi. Şuan bile farkında olarak veya olmayarak her yeni kitap alışımda ve bitiridiğim her kitapta keşke onunla karşılaşsam ve kitap hakkında konuşsak diye içimden geçiririm.

Bilemiyorum çevrenizde okumayı alışkanlık haline getirememiş insanlar var mı? Biraz düşünün derim. Nasıl bir yol denersiniz bilemiyorum fakat emin olduğum tek şey var; Sizde onun/onların eline her kitap alışında gülümseyerek, saygı ve minnetle andığı Ahmet Amca’sı olabilirsiniz.

11 Ekim 2012 Perşembe

Teşekkürler Baba


Çocuklar ne sever diye sorsak ailelerine sanırım ilk alacağımız cevaplardan biri reklamlar olur. Ben çocukluğumda reklamları izler miydim, sever miydim bilemiyorum ama şu yaşımda hala reklam müptelasıyım. Hatta o kadar çok izliyorum ki kaçırdığım dizilerin tekrarlarını bile izlerken reklamları geçmem ve eşim bu huyuma çok güler.

Son günlerde takıldığım bir reklam var. Çok üzülerek izlediğim bir reklam. Hani sonu ‘teşekkürler baba’ diyerek biten. Sanki lüks evleri, arabaları alamayan babalar teşekkürü hak etmeyen babalarmış izlemini veren şu reklam. İzledikçe gözlerim doluyor inanın.

Yazımın başında belirttiğim gibi ailelere sorsak çok büyük bir çoğunluğu çocuklarının reklamları ne kadar çok sevdiklerini söyler. Bu gerçeği çocukları olmayanlarda bilirler. Reklamların biz büyükler üzerinde bile etkileri çok çok büyükken, çocuklar üzerindeki etkilerini saymaya gerek yok sanıyorum. Peki ama gerçekler bu kadar açık ve net iken reklamı yapanlar nasıl oluyor da bu etkileri gözden kaçırabiliyorlar? Yaptıkları görüntülerin o eve belki de hiçbir zaman sahip olamayacak çocuklar ile babaları arasındaki iletişimi, etkileşimi ne yönde etkileyeceklerini nasıl göremiyorlar? Kapitalizm denen şey gerçekte bu mu yoksa. Kör olmuş büyükler… 

Eşim ve ben çocuğumuz olmamasına rağmen ve bir çocuğa sağlanabilecek maddi imkanlardan ziyade manevi değerlerin daha önemli olduğunu bilen biz bile acaba çocuğumuza bu olanakları sağlayamazsak bize teşekkür etmez mi diye düşünmeden ve korkmadan edemedik. Bu reklamı yapanlar, bu olanakları çocuklarına sağlayabiliyorlar mı da bu derece önemsemez olabiliyorlar? Ya da eğer sağlayamıyorlarsa çocuklarının yaptıkları çalışmayı izledikleri zaman kendilerine ‘teşekkürler baba’ demekte tereddüt edeceklerini akıllarına getirmiyorlar mı hiç?

Aman canım çocuk değil mi izler unutur demeyin. Hepimiz biliyoruz ki çocukluğumuzda yaşadıklarımız karakterimizi ve ileri ki yaşlarda yaşayacaklarımızı şekillendiren şeyler. En küçük ayrıntıdan, en büyük olaylara kadar. Bu yüzden artık çocuklarımızın gelişimi için diziler ve filmlerdeki seçici tavırlarımızı reklamlarda da ciddiyetle yerine getirmeliyiz. Yoksa bugün lüks bir eve sahip olmadığı için, yarın bir yatı olmadığı için ‘teşekkürler baba’ sözünü duyamayabiliriz evlatlarımızdan. Para artık her yerde. Aile içi ilişkilerde bile.


Bu arada yaptıklarının yanında çok küçük bir teşekkür. Lüks bir evde oturamamış olasakta, her zaman sofraya huzur ve mutlulukla oturmamızı sağlayan,her zaman bizim iyi yetişmemiz için çabalayan, kendinden önce hep ailesini düşünmüş canım babama ve onun gibi olan tüm babalara. TEŞEKKÜRLER BABA....




15 Ağustos 2012 Çarşamba

Biliyorum Sana Giden...

Şiir bambaşka dünyaların kapısını açar bizlere. Hiç yaşamadığınız dünyaların kapılarını. Sanki yaşıyormuşsunuz ya da yaşamışsınız hissi verir.  

İşte bu güzel Cemal Süreya şiiri de benim için özel, gözlerimi boşluklarda sürükleyip içimde aşk ateşlerini körükleyen şiirlerden. Aşkın yakıcılığı, insana her şeyi unutturması, içinde açtığı yalnızlık ve karanlıklarda kayboluşlar ... Hepsini içime dolduruverir. 


Fazla söze gerek yok aslında. Yüreğine sağlık büyük usta.
























Biliyorum sana giden yollar kapalı
Üstelik sen de hiç bir zaman sevmedin beni

Ne kadar yakından ve arada uçurum;
İnsanlar, evler, aramızda duvarlar gibi

Uyandım uyandım, hep seni düşündüm
Seni, yalnız senin gözlerini

Sen bayan Nihayet, sen ölümüm kalımım
Ben artık adam olmam bu derde düşeli

Şimdilerde bir köpek gibi koşuyorum ordan oraya
Yoksa gururlu bir kişiyim aslında, inan ki

Anımsamıyorum yarı dolu bir bardaktan su içtiğimi
Ve içim götürmez kenarından kesilmiş ekmeği

Kaç kez sana uzaktan baktım 5.45 vapurunda;
Hangi şarkıyı duysam, bizimçin söylenmiş sanki

Tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor
Nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini

Çocukça ve seni üzen girişimlerim oldu;
Bağışla bir daha tekrarlanmaz hiçbiri

Rastlaşmamak için elimden geleni yaparım
Bu böyle pek de kolay değil gerçi...

Alışırım seni yalnız düşlerde okşamaya;
bunun verdiği mutluluk da az değil ki

Çıkar giderim bu kentten daha olmazsa,
Sensizliğin bir adı olur, bir anlamı olur belki

İnan belli etmem, seni hiç rahatsız etmem,
Son isteğimi de söyleyebilirim şimdi:

Bir gece yarısı yazıyorum bu mektubu
Yalvarırım onu okuma çarşamba günleri.

Cemal Süreya

9 Ağustos 2012 Perşembe

LÖSEV Gönüllüsü Olmak Bir Ayrıcalıktır...


Büyük LÖSEV Ailesi, lösemili&kanserli çocuk ve ailelerin bu zorlu mücadelede yalnız olmadıklarını göstermek için sevgi ve azimle çalışan bir vakıftır. LÖSEV kurulduğu 1998 yılından bugüne dek faaliyetlerini duyarlı kişi ve kuruluşların destekleri ve binlerce GÖNÜLLÜSÜ’nün katkılarıyla gerçekleştirmiş; Türk halkının konu hakkında daha bilinçli ve duyarlı olmasıyla beraber tedavide %91'lere çıkardığı başarısını %100’e çıkartmayı hedeflemiştir.

LÖSEV'e gönlünü veren gönüllüler LÖSEV’in her etkinliğinde aktif rol almakta, vakıf çalışmalarına aktif katılım göstererek çocukları hayata bağlamaktadırlar.


Yüreğinde paylaşım ve sevgiye yer olan herkesi Lösev gönüllüsü olmaya davet ediyoruz.

Lösev gönüllüsü olabilmek için aşağıdaki formu doldurmanız yeterli: http://bit.ly/losevgonullusu
Lösev’i Facebook’ta takip etmek için: www.facebook.com/losev0660
Lösev’i Twitter’da da @losev1998 hesabından takip edebilir, #LosevHayatVerir hashtag’i ile  paylaşımlarınızla destekleyebilirsiniz.



Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.

7 Ağustos 2012 Salı

Sabır Biraz Sabır


Ramazan ayının yavaş yavaş sonlarına geliyoruz artık. Ailece hazırlanan sahur ve sevdiklerimizle oturulan iftar sofraları bir sonraki ramazana kadar mutfak raflarına kaldırılmak üzere toplanmaya başladı. Bayram telaşı sardı artık hepimizi. Nereye gideceğiz, nasıl gideceğiz, kimleri göreceğiz vs vs şu sıralar kafalarımızı kurcalayan. Benim ramazan ayı için gözlemlerim ise bu güzel ayın manasını yitirdiğimiz oldu. Herkesçe sanırım bir masada oy birliğiyle kabul edilmiş tek gerçek aç kalıp, açlığa sabretmek olmuş. Bir dakika durun orada. Ben ve eminim benim gibi birçok kişi bu kararınıza katılmıyoruz. Ramazan ayı bizim için açlıkla savaşma ayı değil. Her şey için sabretme ayıdır.

Diline gem vuramıyorsan aç kalmanın ne kıymeti var.

Hoşgörü kalmadıysa içinde, susuz kalsan kaç yazar.

Sokaklara doluşmuş öfkeli insanlar…

Bilmiyorum yanlış yöntemlerle mi gözlem yapıyorum, ya da yanlış insanları mı gözlemliyorum. Herkeste bir sinir, bir celallenme durumu. Halbuki bize ramazan ayının hoşgörü ayı olduğu öğretilmedi mi? Yazmıyor mu mahyalarda hoşgörü ile, kardeşlik ile ilgili yazılar? Ben mi yanlış okuyorum yoksa?

Sadece mideni değil, kalbini de sınayacaksın, terbiye edeceksin. Nefsini kontrol etmeyi öğreneceksin arkadaş önce. Açlığını, cinsel isteklerini, öfkeni durduracaksın. Ama bakarsanız sokak aralarında kavgalar, pide kuyruklarında ağız dalaşları, küfürlerin bini bir para. Kadınlara laf atmalar, mini etek giymiş kızlara bakmalar, trafikte kornalar, bağrışmalar. Boşuna beklemeyin akşam ezanını. Bozduğunuz orucunuzun üstüne güzelce bir su için. Bir daha ki ramazana da alıştırma yapmadan girmeyin.



Ya da bir gece güneşin doğuşunu seyredin, içinizde sevgi hissedin dünyaya, çiçeklere, hayvanlara tanrının yarattığı bütün canlılara. Düşünmeyin problemleri, ekonomiyi, savaşları, borçları, sınavları. Sadece içinizdeki gücü ve mutluluğu hissedin. Gülümseyin. Açık kapalı, oruç tutan tutmayan, kadın erkek herkese gülümseyin. Size verilmiş hayat için gülümseyin, şükredin. Eminim bir şeyler değişecektir hem içimizde, ruhumuzda, derinlerimizde hem de yaratanın gözünde. Haydi hep birlikte kalan on günü gülümseyerek, gazetecilere kanlı haberler vermeyerek tamamlayalım. Bayramımızı milletçe başarımızla kutlayalım.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Sahiplenilmiş Hayaller


Bugünlerde hepimizin takip ettiği olimpiyatlar tüm hızıyla devam ediyor. Katılmış olan sporcular ise mücadelelerinde tüm gayretleri ve altın madalya hayalleri ile sahnedeler. Gündeme damgasını vuran yetenekli sporcu ise Ye Shiwen.

Shiwen ile gündeme gelen konu ise sadece kırmış olduğu rekor değil. Doping ve Çin’de olimpiyatlara hazırlanan genç yeteneklerin hazırlık şartları ve verilen eğitimler de gündemde. Çinli sporcuların henüz anaokulu çağında iken seçilerek, spor okullarına alındıkları ve ağır eğitim şartlarında yetiştirilip, duruma karşı çıkmalarının mümkün olmadığı, kimi zaman fiziksel işkencelere maruz kaldıkları da konuşulan konular arasında. Bense bu duruma hiç şaşırmıyorum. Bu durum fiziksel işkence kısmını çıkartırsak diğer durumları sonuna kadar yaşamış ve maalesef kabullenmek zorunda kalmış genç bir üniversite mezunu olmamdan kaynaklanıyor.

Gerçekten de bizim eğitim şartlarımız ile Çin’de ki sporcuların şartları ne kadar da çok benziyor. Henüz anaokulundayken biz, başlıyor kurulan hayaller. Anneler dikilir küçücük, henüz oyundan başka bir şey düşünmeyen çocuklarının başına bu ödevler bitecek, şu testler çözülecek. Kurslar ile okullar arasında geçen koşturmacanın arkasında biter yıllar. Yıllar biter bitmesine de, sen artık başarıya odaklandırılmış, başkalarının hayallerini kendi hayallerin yapmış (genellikle), hayat yolunun yol ayrımlarının birinin başında yalnız kalıvermişsindir. Sen kimsin, ne istersin bilemez haldesindir. Çinli olimpiyat sporcuları ile aramızdaki farkta bu noktada çıkar işte. Onlar bu sefer olmazsa dört yıl sonra altın madalyaya kavuşabilir. Biz ise bize seçtirilmiş meslekler içerisinde başarısız, başarı hikayelerini hayretlerle okuyarak zamanımızı tamamlarız. Gerçek hedeflerimizi emeklilikteki hobilerimize saklayarak.


Sonuçta kimi zaman spor, kimi zaman sanat, bizlerde ise genellikle meslek sahibi olmak için beton bloklar arasında yarıştırılan ve başkalarının hayallerini sahiplenmiş, kendi gerçeklerini bulamayan çocuklar çıkıyor ortaya her iki ülke içinde. Shiwen’ın kendi gerçek hayallerini gerçekleştirmiş olması dileklerimle…


30 Temmuz 2012 Pazartesi

Melek'i Görüyorum Gözlerimde, Onun Gözlerinden...



Hiç aynada gözlerinize baktınız mı? Ama öyle güzel miyim, hoş muyum diye değil. Ne anlatıyorlar diye. Hisleri ne ya da ne hissettiriyorlar diye şöyle derin derin, uzun uzun. Ben bakardım dört gün öncesine, Melek’in fotoğrafını görene kadar…

İnsanlara nefretle, acıyla, yalvarmayla bakan o bir çift göz çok şey götürdü benden. Ruhumdan, bedenimden, insanlığımdan… Deldi geçti yüreğimi.

Oyun oynamalıydı arkadaşlarıyla. Okula gitmeliydi. Annesinin koynunda yatmalı, onun sevgisini, şefkatini hissetmeliydi kara gözlü, melek yüzlü güzel kadın. Hayaller kurmalıydı yıldızlara bakıp. ‘Doktor mu olsam, öğretmen mi?’ diye düşünmeliydi. Aşık olmalıydı yaşıtı olan erkeklere. Kalbi çarpmalıydı. Melek daha çok şey hissetmeli, daha çok şey yaşamalıydı.

Henüz 16 yaşındaydı. Çocukluğunun sonunda, genç kızlığının başındaydı. Aşkı tanımamışken, evliliği gördü, yaşadı. Hem de ne yaşamak. Yıl 2004 olmuşken görücü usulü ile verildi kocasına, bir eşya gibi. O gün başladı gözlerindeki pus. Sokakta ki kediye bile kıyamazken çoğu insan, vurdu hain adam acımadan karısına. O gün başladı gözlerindeki acı. Babası dayanamadı aldı yanına yeniden, kıyamadı belli ki kızına, evladına. Çıktılar önüne diğer hainler ‘namus’ dediler, ‘töre’ dediler. Dediler de dediler… Dayanamadı adam. Boynunu bükemedi yavrusu için bile. Geri yolladı Melek’i acısının kollarına.

Hamile kaldı sonra Melek. Kendi için kuramadığı hayallerini, karnındaki yavrusu için kurdu. Onun için yapılamayanları, o yapacaktı evladına. Yanında duracaktı onun. Kimseye ezdirmeyecekti, hep koruyacaktı. Destek olacaklardı birbirlerine, arkadaş, yoldaş. O gün başlayacaktı gözlerindeki umut yeniden. İzin vermediler. Soğuk sokaklara bırakıldı. Dayanmaya çalıştı, dayandı da ama yavrusunu koruyamadı. Hayata bağlayamadı, yaşatamadı. O gün başladı gözlerinde ki çaresizlik ve öfke.

Belki geldi belki de getirildi evine yeniden. Evdi orası dört tarafı kapalıydı, sıcaktı. Ama asla yuva olmadı Melek’e. Değişir dedi belki bir gün. Yuva olur bana bu ev, karşımdaki adam koca olur. Olmadı. Asla olamadı. İki evladı oldu. Hayalleri olmadı ayırdılar çocuklarından, yavrularından. Kapattılar bir tuvalete, öylece bıraktılar. Soğukta üşüdü, karanlıkta korktu Melek. Ağladı günlerce gecelerce duyuramadı sesini. O gün başladı gözlerindeki nefret.

Bir gün bulundu bırakıldığı o daracık tuvalette. Ama Melek değildi bulunan artık. Melek çoktan gitmişti bambaşka bir hayata. Bedeni oradaydı ama ruhu çok uzaklarda. Apar topar götürüldü hastaneye, başlatıldı tedaviler. Haberler yapıldı adına. Bakanlıklar devreye girdi. Başardık, kurtardık denilecekti. Ama izin vermedi Melek. Dedirtmedi. Çünkü onun sözde namus gururdur, şereftir, şandır diyenlerden daha büyüktü gururu. İntikamını aldı hainlerden, ona sırt çevirenlerden, sesini duymayan, elini tutmayanlardan. 

Artık kaybettiği yavrusunun yanında, çok uzaklardan 16 yaşındaki mutluluğuyla ve huzurla bakıyor insanoğluna. Hissediyorum. Aynaya baktığımda yenilgimizi, insafsızlığımızı görüyorum gözlerimde, onun gözlerinden. Aynalara bakamıyorum.


24 Temmuz 2012 Salı

Seksenler'in Hatırlattıkları


Televizyon izlemeyi sevdiğimi söyleyemem. Hatta aile içi ilişkilerimizi, sosyal yaşamımızı tükettiği için nefret ettiğimi bile söyleyebilirim. Ama sosyal hayatımız artık birazda televizyon programları üzerinden gitmeye başladığı için ve insanların paylaşımlarını anlayabilmek adına takip etmekten de vazgeçemiyorum. Hal böyle olunca da kendi çapımda programlar arasında seçici olmaya çalışıyorum.

Yaz aylarında olmamız nedeniyle bu günlerde dizilerimiz tatile girmiş durumda. Sanırım sezonu açmış tek dizi ise Seksenler. Geçen sezon birkaç bölümünü izleyip istediğim, beklediğim frekansı yakalayamadığım için bir daha izlemediğim bir dizi olarak kenara bırakılmıştı tarafımdan. Bugün ilk kez tekrar kendimi karşısında buldum ve gerçekten büyük bir keyifle izledim. Hatta geçen sezon neden izlemediğimi, neyini beğenmediğimi sordum durdum kendime.

Seksenli yılları ucundan yakalamış, doksanlı yıllarda seksenlerin uzantılarını görmüş bir nesilden geldiğim için geçmişe olan özlemimi hatırlattı bana bu dizi. Aile ve komşuluk ilişkilerimiz gözümün önüne geldi. İlk kez bugün sahurda davulcunun sesini duymadığımı fark ettim. Komşuların çocuklarıyla oyunlarımız, şakalarımız düştü aklıma ve şimdikilerle arasında ki farkı hesap etmeye çalıştım.



Bakkalcı Ramazan Amca çıktı karşıma, sabah ekmek, akşam çikolata aldım ondan tekrar. Annemle babam önce bizim kömürlerimizi taşıdılar kömürlüğe, sonra dedeme yardım ettiler. Teyzemler halıları yıkadılar kapının önünde. Biz de kardeşimle radyodan kasetlere şarkılar çektik birlikte. Mahallenin çocukları toprak yolda misket oynadılar. Halam oturup, yeni bulduğu dantel örneğini çıkartmaya çalıştı camın önünde. Babaannem o nefis gözlemelerini pişirdi bahçede, kokusu yayıldı diye tüm mahalleye dağıtılmak üzere bol bol. Annemin banyo günleri kazanı yakması, bahçemizde ki kayısı ağacının meyvelerini toplayıp, her komşu için ayrı poşet hazırlayıp, sonra onları dağıtmamız. Komşuların pişirdikleri hamurlar, topladıkları meyveleri getirmeleri ve yapılan günlük sohbetler.

Sonra tekrar bugüne döndüm. Evlerin kapılarının sadece aile bireyleri tarafından çalındığını, mutfak camlarından veya apartman boşluklarından yayılan yemek kokularının sadece dağılmaya bırakıldığını, cuma ikramlarının mazide kaldığını, akşam misafirliklerinin kafelerde veya alışveriş merkezlerinde yapılır olduğunu, artık çocukların ya evlerde bilgisayar başında oyun oynadıklarını ya da sokaklarda birbirlerine marka kıyafetleri üzerinden caka sattıklarını gördüm. İçim burkuldu. Sözde daha sosyal olan bizlerin birlikte değil birey olarak sosyalleşmeye başladıklarını tekrar anladım. 

Sahi kaçımız yarın misafirimiz gelecek ne yapsak, ne ikram etsek diye düşünüyoruz? Hangimiz komşumuzun sıkıntılarını biliyor, onun için dertleniyoruz?  Hasta yakınlarımızı telefonla aramak yerine gidip ziyaret ediyor muyuz?

Aman efendim boş verelim bunları indirimler başlamış haydi alışverişe gidelim. Bilmem ne marka çantamızı alıp kolumuza gezelim sokaklarda. Bize ne komşudan, akrabadan, misafirlerden değil mi ya. Sosyal paylaşım sitelerinden biraz konuşur, telefondan birkaç mesaj atarız olur biter.

Teşekkürler seksenler. Umarım insanlara yalnızlıklarını hatırlatıp, sadece geçmişe özlem duymamalarını, isterlerse geçmişi bugüne taşıyabileceklerini göstermeye devam edersin. Daha da önemlisi göstermek istediklerini gösterebildiğin izleyiciler bulabilir, değişimi başlatabilirsin.