Sessiz bakışların içerdiği düşünceler diyarını keşfedebilmek zordur çoğu zaman. Aynı noktaları izlesekte içimizdeki duyguların söylediği şarkılar başkadır.

Bende sessizliğimden sıyrılarak, kalbimi dolduran hislerimi paylaşmak istedim, sizleri düşündürmeden, yormadan...

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Melek'i Görüyorum Gözlerimde, Onun Gözlerinden...



Hiç aynada gözlerinize baktınız mı? Ama öyle güzel miyim, hoş muyum diye değil. Ne anlatıyorlar diye. Hisleri ne ya da ne hissettiriyorlar diye şöyle derin derin, uzun uzun. Ben bakardım dört gün öncesine, Melek’in fotoğrafını görene kadar…

İnsanlara nefretle, acıyla, yalvarmayla bakan o bir çift göz çok şey götürdü benden. Ruhumdan, bedenimden, insanlığımdan… Deldi geçti yüreğimi.

Oyun oynamalıydı arkadaşlarıyla. Okula gitmeliydi. Annesinin koynunda yatmalı, onun sevgisini, şefkatini hissetmeliydi kara gözlü, melek yüzlü güzel kadın. Hayaller kurmalıydı yıldızlara bakıp. ‘Doktor mu olsam, öğretmen mi?’ diye düşünmeliydi. Aşık olmalıydı yaşıtı olan erkeklere. Kalbi çarpmalıydı. Melek daha çok şey hissetmeli, daha çok şey yaşamalıydı.

Henüz 16 yaşındaydı. Çocukluğunun sonunda, genç kızlığının başındaydı. Aşkı tanımamışken, evliliği gördü, yaşadı. Hem de ne yaşamak. Yıl 2004 olmuşken görücü usulü ile verildi kocasına, bir eşya gibi. O gün başladı gözlerindeki pus. Sokakta ki kediye bile kıyamazken çoğu insan, vurdu hain adam acımadan karısına. O gün başladı gözlerindeki acı. Babası dayanamadı aldı yanına yeniden, kıyamadı belli ki kızına, evladına. Çıktılar önüne diğer hainler ‘namus’ dediler, ‘töre’ dediler. Dediler de dediler… Dayanamadı adam. Boynunu bükemedi yavrusu için bile. Geri yolladı Melek’i acısının kollarına.

Hamile kaldı sonra Melek. Kendi için kuramadığı hayallerini, karnındaki yavrusu için kurdu. Onun için yapılamayanları, o yapacaktı evladına. Yanında duracaktı onun. Kimseye ezdirmeyecekti, hep koruyacaktı. Destek olacaklardı birbirlerine, arkadaş, yoldaş. O gün başlayacaktı gözlerindeki umut yeniden. İzin vermediler. Soğuk sokaklara bırakıldı. Dayanmaya çalıştı, dayandı da ama yavrusunu koruyamadı. Hayata bağlayamadı, yaşatamadı. O gün başladı gözlerinde ki çaresizlik ve öfke.

Belki geldi belki de getirildi evine yeniden. Evdi orası dört tarafı kapalıydı, sıcaktı. Ama asla yuva olmadı Melek’e. Değişir dedi belki bir gün. Yuva olur bana bu ev, karşımdaki adam koca olur. Olmadı. Asla olamadı. İki evladı oldu. Hayalleri olmadı ayırdılar çocuklarından, yavrularından. Kapattılar bir tuvalete, öylece bıraktılar. Soğukta üşüdü, karanlıkta korktu Melek. Ağladı günlerce gecelerce duyuramadı sesini. O gün başladı gözlerindeki nefret.

Bir gün bulundu bırakıldığı o daracık tuvalette. Ama Melek değildi bulunan artık. Melek çoktan gitmişti bambaşka bir hayata. Bedeni oradaydı ama ruhu çok uzaklarda. Apar topar götürüldü hastaneye, başlatıldı tedaviler. Haberler yapıldı adına. Bakanlıklar devreye girdi. Başardık, kurtardık denilecekti. Ama izin vermedi Melek. Dedirtmedi. Çünkü onun sözde namus gururdur, şereftir, şandır diyenlerden daha büyüktü gururu. İntikamını aldı hainlerden, ona sırt çevirenlerden, sesini duymayan, elini tutmayanlardan. 

Artık kaybettiği yavrusunun yanında, çok uzaklardan 16 yaşındaki mutluluğuyla ve huzurla bakıyor insanoğluna. Hissediyorum. Aynaya baktığımda yenilgimizi, insafsızlığımızı görüyorum gözlerimde, onun gözlerinden. Aynalara bakamıyorum.


24 Temmuz 2012 Salı

Seksenler'in Hatırlattıkları


Televizyon izlemeyi sevdiğimi söyleyemem. Hatta aile içi ilişkilerimizi, sosyal yaşamımızı tükettiği için nefret ettiğimi bile söyleyebilirim. Ama sosyal hayatımız artık birazda televizyon programları üzerinden gitmeye başladığı için ve insanların paylaşımlarını anlayabilmek adına takip etmekten de vazgeçemiyorum. Hal böyle olunca da kendi çapımda programlar arasında seçici olmaya çalışıyorum.

Yaz aylarında olmamız nedeniyle bu günlerde dizilerimiz tatile girmiş durumda. Sanırım sezonu açmış tek dizi ise Seksenler. Geçen sezon birkaç bölümünü izleyip istediğim, beklediğim frekansı yakalayamadığım için bir daha izlemediğim bir dizi olarak kenara bırakılmıştı tarafımdan. Bugün ilk kez tekrar kendimi karşısında buldum ve gerçekten büyük bir keyifle izledim. Hatta geçen sezon neden izlemediğimi, neyini beğenmediğimi sordum durdum kendime.

Seksenli yılları ucundan yakalamış, doksanlı yıllarda seksenlerin uzantılarını görmüş bir nesilden geldiğim için geçmişe olan özlemimi hatırlattı bana bu dizi. Aile ve komşuluk ilişkilerimiz gözümün önüne geldi. İlk kez bugün sahurda davulcunun sesini duymadığımı fark ettim. Komşuların çocuklarıyla oyunlarımız, şakalarımız düştü aklıma ve şimdikilerle arasında ki farkı hesap etmeye çalıştım.



Bakkalcı Ramazan Amca çıktı karşıma, sabah ekmek, akşam çikolata aldım ondan tekrar. Annemle babam önce bizim kömürlerimizi taşıdılar kömürlüğe, sonra dedeme yardım ettiler. Teyzemler halıları yıkadılar kapının önünde. Biz de kardeşimle radyodan kasetlere şarkılar çektik birlikte. Mahallenin çocukları toprak yolda misket oynadılar. Halam oturup, yeni bulduğu dantel örneğini çıkartmaya çalıştı camın önünde. Babaannem o nefis gözlemelerini pişirdi bahçede, kokusu yayıldı diye tüm mahalleye dağıtılmak üzere bol bol. Annemin banyo günleri kazanı yakması, bahçemizde ki kayısı ağacının meyvelerini toplayıp, her komşu için ayrı poşet hazırlayıp, sonra onları dağıtmamız. Komşuların pişirdikleri hamurlar, topladıkları meyveleri getirmeleri ve yapılan günlük sohbetler.

Sonra tekrar bugüne döndüm. Evlerin kapılarının sadece aile bireyleri tarafından çalındığını, mutfak camlarından veya apartman boşluklarından yayılan yemek kokularının sadece dağılmaya bırakıldığını, cuma ikramlarının mazide kaldığını, akşam misafirliklerinin kafelerde veya alışveriş merkezlerinde yapılır olduğunu, artık çocukların ya evlerde bilgisayar başında oyun oynadıklarını ya da sokaklarda birbirlerine marka kıyafetleri üzerinden caka sattıklarını gördüm. İçim burkuldu. Sözde daha sosyal olan bizlerin birlikte değil birey olarak sosyalleşmeye başladıklarını tekrar anladım. 

Sahi kaçımız yarın misafirimiz gelecek ne yapsak, ne ikram etsek diye düşünüyoruz? Hangimiz komşumuzun sıkıntılarını biliyor, onun için dertleniyoruz?  Hasta yakınlarımızı telefonla aramak yerine gidip ziyaret ediyor muyuz?

Aman efendim boş verelim bunları indirimler başlamış haydi alışverişe gidelim. Bilmem ne marka çantamızı alıp kolumuza gezelim sokaklarda. Bize ne komşudan, akrabadan, misafirlerden değil mi ya. Sosyal paylaşım sitelerinden biraz konuşur, telefondan birkaç mesaj atarız olur biter.

Teşekkürler seksenler. Umarım insanlara yalnızlıklarını hatırlatıp, sadece geçmişe özlem duymamalarını, isterlerse geçmişi bugüne taşıyabileceklerini göstermeye devam edersin. Daha da önemlisi göstermek istediklerini gösterebildiğin izleyiciler bulabilir, değişimi başlatabilirsin.


22 Temmuz 2012 Pazar

Mazide Kalan Oyun Arkadaşları



Çocukları izlemeyi her zaman çok sevmişimdir. İçten tepkileri, korkusuzlukları, saflıkları beni geçmişimle bugünüm arasında gezdirir durur. Gülümseyerek, sevgiyle izlerim onları, kendimi de tertemiz, hayatın koşturmacasında yorulmamış hissederim. Kadınlığımdan genç kızlığıma, genç kızlığımdan, küçük kız çocuğu oldum yıllara gider, kaybettiğim zamanlarımı tekrar tekrar yaşarım. Kardeşimle, arkadaşlarımla kurduğum oyunlarda oynarım yeniden. Rengârenktir hatıralarım, oyuncaklarım gibi.

Yapbozlarım, legolarım, bebek arabalarım… Annemin ‘sanki oyuncağınız yokmuş gibi bunları topluyorsunuz’ diye kızdığı kâğıttan bebeklerim toplanır etrafıma. Hep heyecanla onları yerlere serişim ve bozulacaklar, kırılacaklar diye her defasında korkarak toplayışlarım gelir gözümün önüne. Evimize gelen misafir çocukların gözlerini çıkarttığı bebeklerimi gördüğümde hissettiğim acı tekrar gelir yüreğimin ortasına oturur. Sanki hala o andaymışım gibi gözlerim dolar. Gurbetten gelen halamın, teyzemin gözlerimin içine bakarak çantasını açtığı ve bana uzattığı yeni oyun arkadaşlarım aklıma düşer, şimdi elime alıyormuşum gibi heyecanlanırım.

Oyuncaklarım benim çocukluk aklımla, kimsenin bilmediği dünyalar kurduğum arkadaşlarım. Bu yaşımda bile hala zevkle oynayabilecekmişim gibi sakladığım vazgeçilmezlerim. Biliyorum ki benimle aynı nesilde olanların birçoğu içinde böyle. Oyuncak demek, ona sahip olabilmek için bayramlardaki harçlıkları beklemek demekti, sabretmekti. Okul harçlıklarımızı biriktirmek, hayallerimiz uğruna birçok şeyden vazgeçmek demekti. Bu yüzden belki de onları hala bir kenarda saklayışımız. Bugün bile oyuncak dükkânlarına koşarak gidişimiz ve çocukmuşuz gibi reyonlar arasında koşturmamız. Hatta şimdiki çocuklardan daha çok heyecanlanmamız.

Bizim oyun arkadaşlarımıza verdiğimiz değerle bugünkü neslin gösterdiği ilgisizlik arasındaki farkın, geçmişteki değerlerimizle bugünkü değerlerimiz arasındaki fark kadar büyük olması, işte çocukları izlediğimde beni acıtan ve geçmişimden ayıran tek şey. Hem de ne acıtmak…

Çocuk dünyamızdaki minik kahramanların bugünlerde sadece birkaç dakika süren hevesleri gidermesi ve bir daha hiç dokunulmamak üzere bir kenara bırakılması sizler için de can yakıcı değil mi? Peki ya sorumlusu kim? Oyuncaklarına bizim verdiğimiz değeri vermeyen çocuklar mı, yoksa kendi çocukluk değerlerini unutup, hayat koşturmacasında çocuklarına ayıramadıkları zamanı daha fazla oyuncak alarak telafi etmeye çalışan, sevgisini gösterme yolunu geçmişte ki sığınaklarında arayan biz büyükler mi?



18 Temmuz 2012 Çarşamba

...


Hayat yaşamaya değer olsaydı, doğarken ağlamazdık...
Ve yaşarken temiz kalsaydık, ölünce yıkanmazdık!
Bir arkadaşım böyle yazmış sosyal paylaşım sitelerinden birindeki sayfasına. ‘Hayat yaşamaya değer olsaydı, doğarken ağlamazdık’. Ne yazık ki bize verilmiş en güzel hediyenin kıymetini bilemediğimiz gibi saçma sebepler ardına saklanmaya devam ediyoruz. Farkında mısınız hep bahaneler arıyoruz. Mutluyken hiç ağlamadınız mı? Mutluluk gözyaşları yalan mıdır yani? Öyle bir karanlıktan geliyoruz ki ışığı gördüğümüz için içimiz içimize sığmıyor belki de. Konuşmayı da bilmediğimiz için ağlıyoruz işte.
Her şeyi birbirine bağlamakta, sürekli bahaneler uydurmakta, komik sebepler arkasına saklanmakta üstümüze yok doğrusu. Bir şeyi beceremedin mi kolayı var, hemen hayata yüklen ‘acımasız dünya, kahpe dünya’, biraz zorlandın mı uğraşma kolay yolu söylüyorum ‘Hayat zor’ de, bak her şey geçiyor.
Yapmayalım lütfen, biraz kadir kıymet bilelim.
Hayat Allah’ın bir mucizesi. Bize verilen en büyük, en güzel hediye. Bu hediyeyi korumak, onunla doyasıya eğlenmek senin elinde. Düşün ki bir kız çocuğusun annen sana yeni bir bebek almış. Ya da bir erkek çocuğusun sana kırmızı bir Ferrari alınmış (oyuncak). Mutlusun. Elinden hiç düşmüyor yeni oyuncağın. Yatağa bile onunla giriyorsun. Sonra biraz zaman geçti, parka gittin bir gün ya da çıktın sokağa elinde yeni oyuncağınla. Komşunun çocuğunda da başka bir oyuncak var. Öylesine güzel oynuyor ki, hani oyuncağının hakkını veriyor yani. Sen bir elindeki oyuncağa bakıyorsun, bir komşunun çocuğunun elindekine. Atıyorsun elinden ve başlıyorsun ağlamaya. Ben onu istiyorum, o daha güzel.
Hayır daha güzel değil. Sen öyle sanıyorsun sadece. Sahiplenmiyorsun sahip olduğunu. Gözün başka şeylerde. Zamanında böyle sahip olmadığın oyuncaklara ağlarken, şimdi başkalarının hayatı(ları) için ağlıyorsun. Ben neden yaşayamıyorum, ben neden gidemiyorum vs vs. Yapamazsın, gidemezsin, alamazsın vs vs. Sen kendi hayatını sindiremedikçe, bir oyuncak gibi onunla eğlenemedikçe hiçbir şey olamazsın, yapamazsın. Güneş herkese doğduğunda, senin de pencerenden içeriye giriyor ışınları ve hava hepimiz için aynı anda kararıyor. Trafik hepimizin sıkıntısı. Para desen yine öyle. Bir tek fark var mutlu olanla senin aranda. Kıymet bilmek ve hayatını oyuncağın yapmak.

17 Temmuz 2012 Salı

Hoşgörü


Geçen gün evden çıktım, minibüse binmek için sokaktan aşağıya doğru yürüyorum. Kulağımda kulaklıklar, müzik dinliyorum bir yandan. Bir teyzenin yanından geçtim. Bir şeyler söyledi gibi geldi. Çıkarttım kulaklıklarımı, bir şey mi söylediniz teyzecim dedim. Saati sormuştum kızım, saatin var mı acaba dedi. Telefondan bakayım dedim ve çantamdan telefonu bulmaya çalıştım. Teyze bu arada gerek yok kızım önemli değil dese de, telefonu buldum ve saati söyledim. Teyze o kadar dua etti ki, şaşırdım kaldım. Rica ederim teyzecim deyip ayrıldım yanından, yüzümde gülümseme, aklımda düşüncelerle. Ne yapmıştım ki hani taş attım da kolum mu yoruldu? Acaba daha önce benim gibi birine saati sormuş, sorduğu insan oralı mı olmamıştı? Yoksa gülümsemem miydi ona bu kadar dua ettiren?
Ne kadar az gülümsüyoruz artık birbirimize. Sokakta, çarşıda, pazarda herkes karşısında düşmanı varmışcasına sinirle, hırsla atıyor adımlarını. Gülümsememek garip olmalıyken, gülümseyen insanlara deliymiş gibi bakıyoruz. Ne yazık.
Amerika Birleşik Devletleri’nde üç ayımı geçirdikten sonra geldiğim ilk günleri ve yaşadığım adaptasyon problemlerimi hatırlıyorum. Orada bankada beş dakika bile bekleme durumunuz olsa, banka müdürü de dahil olmak üzere neredeyse tüm çalışanlar defalarca kez sizden özür diler. Kaldı ki biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için bankada değil beş dakika beklemek, yarım saat beklesek şapkayı havaya atarız. Aynı zamanda gişe memurları mutlaka işlemlerinizi halletmeye ‘merhaba, nasılsınız?’ diyerek başlarlar. Ülkeme döndükten sonra ilk bankaya gidişimde gişe memuruna gülümseyerek merhaba, nasılsınız dediğimde, ‘işleminiz neydi?’ sorusu ve daha bakacağım kaç müşteri var oyalama beni bakışıyla karşılık almıştım. Tamamen duygusal çöküntü.
Belki diyeceksiniz ki bizdeki ekonomik problemler bunun nedeni. Ya da sevmediğimiz işleri yapıyor olmamız asıl problem deyip eğitim sistemine kadar gideceksiniz. Benim cevabım ise ‘Hayır’. Problem bu değil. Problem aldığımız karşılıklara alışmış olmamız ve artık normal karşılamamız. Artık gülümsememek bizim için normal düzen, olması gereken. Nasılsa sığınabileceğimiz nedenlerimiz var. İnat etmiyoruz doğrularımız adına. Birçok şey için baş kaldırabilirken biz, gülümsemek için ısrar etmiyoruz. Örnek aldığımız profiller hep asık suratlı, hep işleri başında saat sayan insanlar. Hangimiz birisi bize ‘iş çıkarttın başıma’ bakışını attığında ısrarla gülümsüyor ve hoşgörülü olabiliyoruz. Demeyin ki herkesin sabrı var, kaldıramıyoruz, karşılığını veriyoruz. Maharet gülümsemeyene, somurtma bombalarını atmak değil. İnsanların mahareti hoşgörüsünü kaybetmişlerin karşısında ısrarla gülümseyerek, hoşgörülü olabilmek.
Gülümseyin sokağa çıktığınızda. Nedensiz herkese tebessümler dağıtın. Kim bilir benim karşıma çıkan teyze sizin de karşınıza çıkar ve sizde hiç tanımadığınız bir yabancının hayır dualarını alırsınız. Gülümsemek için, gülümsetmek için inatla, ısrarla devam edin. Mutlaka aldığınız karşılıklar artarak çoğalır. İnanın.